Türkiye’nin son iki yüzyıllık sürecini anlamaya çalışan, Osmanlı modernleşirken geçirdiği değişimleri felsefe, tarih, iktisadi, sosyoloji gibi geniş bir disiplin alanı içinde değerlendiren Berkes, konuyu çok yönlü bilgi birikimiyle ve bakış açısıyla ele almıştır.
Cumhuriyet öncesi Osmanlı modernleşmesini daha çok merkeziyetçi devlet yapısını güçlendirmek, askerî reformlar yapmak, idarecilerin, bürokratların saltanatı ayakta tutma çabasıyla, kendi çıkarlarını da düşünerek, devrim niteliğinde olmayan “değişimler” olarak yapılan düzenlemeler şeklinde gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Berkes, devlet ve milletin top yekün değişime uğraması gerektiğini, toplumsal dönüşüm olmadığı sürece bu hareketlerin tam anlamıyla başarıya ulaşmadığını, devletinde bu hassasiyeti kavrayamamasından kaynaklı ilerlemenin ağır geliştiğini fakat bugünün Türkiye’sine akışı hazırlayan, önemli süreçler olduğunu belirtir.
18.Yüzyıl Osmanlı modernleşmesi, askerlik, hukuk, dil, eğitim, ekonomi ve siyaset alanında atılan çağdaşlaşma hareketleri, iç ve dış olayların zorunlu kıldığı Batılaşma, ilerleyen Avrupa’nın gelişmiş askerî yöntemlerinin alınması, bilimsel ‐teknolojik yeniliklerin takibi konusundaki gecikmeler, değişimlerin çağdaşlaşma sürecine toplumsal devrimler olarak yansımasını engellemiştir.
Savaşlarla gelen kayıplar, kalelerin yıkılması, yeniçerilerin isyanları, vergilerin toplanması ve harcamalarındaki sorunlar ve en önemlisi ayanların merkezî güce ortak olmaları, Osmanlı’yı öncelikli askerî reformlar yapmaya zorlamıştır. Avrupa baskısı altında yapılan reformlar, Osmanlı’yı âdeta Avrupa’nın uydusu haline getirmiştir. Gücünü koruma mücadelesi ile Avrupa kurumlarının taklit edildiği, batı modelli bir modernleşmeye gidilmiştir.
Osmanlı çağdaşlaşma süreciyle beraber, bireylerin görüşleri, geleneksel yaşam biçimleri, kurum ve yapıları sarsılırken, dinden uzaklaşma korkusuyla bir “dinselleşme, kutsallaştırma” çabasına girmişti. Bu toplumların eski yaşayışlarından gelen alışkanlıkları dinmiş gibi görmesinden kaynaklanan, dinsel kılığına bürünmüş “geleneklerden” başka bir şey değildi. Sadece yenileşmeye gösterilen sığınmacı bir zırhtı. Modernleşmek, geleneklere göre değil zamanın gerekliliklerine göre uygun biçimde yaşamayı ve değişmeyi ifade etmeliydi.
Osmanlı feodal bir devletti, denildiği gibi teokratik de değildi. Devlet dinsellikten çok geleneksellik içeriyordu. Çağdaşlaşma kavramı ise tanzim, ıslah etmek gibi kurumları benzer şekillerde güçlendirmek için yeniden düzenlemek değil, tamamen ilerlemenin olduğu devlet ‐toplum birliği içinde Ulusal nitelikli yapılan değişimleri, devrimleri ifade ediyordu.
Berkes’e göre, çağdaşlaşmanın başarısı sadece siyasi‐idari‐askeri alandaki ıslahatlar ile değil, toplumsal, kültürel devrimle olabilirdi. Toplumu iktisadi hayati lâikleşmeyi düşünen, bireylerin daha özgür yaşadığı, demokratik eğitimli insanların yetiştirildiği, bir anlayış ve zihniyet. Osmanlı bürokratları her ne kadar değişimin gerekliliğini fark etseler de, gerici ‐gelenekçi tutumlarını bırakmak istememişlerdir. Osmanlı’da 19.yüzyılın ilk çeyreğiyle beraber daha hızlanan ve bilinçli ilerleyen bir yenileşme olduğunu söyleyebiliriz. Sonuçta yaşanan süreç tepeden inme değil, yüzyıllar boyunca gösterilen çaba ile inşa edilmiştir.
Batılılar her ne kadar toplumları ilerleten bir değişime sürüklediler ise de Batının emperyalist ‐sömürgeci siyasetleri toplumların ilerlemesini değil, onları bağımlı sömürgeler haline getirmeyi hedefliyordu. Sonuçta model alınan bir “Batı Uygarlığı” vardı. Osmanlı ‘da modernleşirken seçim özgürlüğü olmadan model üzerinden Batılaşıyordu. İç‐dış sorunlarla yüzleşirken, varlığını devamettirme çabasıyla yapılan reformlar batıdan intikal etmiştir ve Osmanlı’yı batıyabağımlı yapmıştır. Berkes’e göre, İnsan aklının öne çıktığı, akılcı, yaratıcı, kendi
ne has devrimleri gerçekleştiren, kendi toplum ‐kültür yapısına uygun bir
modernleşme gerekliydi. Uygarlıktan alınan değişimler bilim, sanayi endüstrisi,
teknolojik gelişmeler gibi alanlardan olmalıydı. Özelikle devletin dinsel
kurumlarından kesin biçimde ayrıldığı ve farklı inanışlara sahip insanların, kanun
önünde eşit haklara sahip olduğu, yaşadığı bir toplum yapısı. Yani Berkes’in
tanımına göre toplum hayatının sekülerleşmesiydi. Osmanlı ise modernleşirken
askeri ‐idari kurumlarda güçlenmeye yönelik düzenlemeler yapıyordu.
Laiklik sadece din‐devlet işlerinin birbirinden ayrılması değildir. Bu
kavram toplumun ilerleyebilmesi için yapılanları ve yapılması gerekenleri
saptayan kavrayabilen bir zihniyettir. Lâiklik veya sekülerizm, dine inanmamak,
dinin bir köşeye atılması ya da tamamen terk edilmesi değildir. Sadece toplumları
“dinleşme “ hummasından kurtaran eş anlamlı kavramlardır. Osmanlı ‐Türk, din
ve siyaset geleneği bu kavramlara yabancıydı. Daha çok Hıristiyanlığı ifade eden
bir algıydı. Osmanlı İncil’i , Hıristiyanlığı zaten İslamiyet’in içinde var olan bir şey
olarak gördüğünden, Müslümanlığın buna ihtiyacı yoktu. Modernleşmeyi savunan
aydınlar bile muhafazakar‐geleneksel görüşlü kişilerdi ve alışkanlıklarını
bırakmak istemiyorlardı. Ayrıca devletin geleceği, onlarında geleceği demekti.
Değişimin toplumsal yönüne değil idari ‐askeri ‐mali kısmında reformlar yaparak
kendi kişisel güç ve çıkarlarını da korumuş oluyorlardı. Berkes, Osmanlı bazı
aydın, bürokratlarının Batılı bazı güçlerle ve devletin güçlü Ayanlarıyla, bireysel
inisiyatiflerine göre hareket ettiklerini söyleyerek, eleştirir.
Batı Uygarlığında temsil edilen, modern toplum düzenine geçiş tarihsel
bir zorunluluktu. Türk toplumunun modern uygarlığa geçebilmesi için, toplumun
yeniden biçimlendirilebilmesi, gerici güçlerin etkisinin azaltılması, ortadan
kaldırılması ve buna yönelik reformların yapılıp, uygulanmasına bağlıydı. Bu
geleneksellikten uzaklaşılabildiği kadar mümkündü. Berkes, uygarlığa geçişte
aydınların önemini vurguluyordu. Aydınların topluma önermeleri olmalıydı. Bilgi,
tarihsel evrimle gelişen, nesnel ve seküler bir karakterdi. Bilim ışığında gelişen
bilgiyi, entelektüel ve politik bir sistemle topluma aşılayacak aydınlar olmalıydı.
Toplumsal dünyanın yasalarını keşfederek, modern toplum paradigmasının
bilgisini ve gerekliliğini kavrayan bir zihniyetle, çağdaş toplum yapısına
geçirebilirdi. Osmanlı toplum yapısında her ne kadar “Devlet Adaleti” varsa da
toplumu oluşturan sınıfların, imtiyazsız birlikteliğinden çok, toplumu bulunduğu
statüde tutmaya yönelik bir adalet söz konusuydu. ( Köylü, esnaf, Tüccar, ulema,
ümera)
Berkes, devletin toplumdan kopuk bir yapısı olduğunu ve bunun İslam
despotik devletlerinin ortak yönü olduğunu belirtir. Bürokratların, modernleşme
sürecinde hukuk ağırlıklı daha demokratik bir rejim düşleseler de bundan uzak
davrandıklarını, halka esnafa despotik kurallarla şiddet uygulandığını, çelişkili
durumların bir arada yaşandığını belirtmiştir. Osmanlı idarî yapıda Meşveret
Meclisi’yle, halkında katılımcı olduğu divan toplantıları yapıldığını ama kararların
alındığı toplantıların kısıtlı kişilerle yapılması ve Şeyhülislam’ın divan içinde
yetkilerinin olduğunu görürüz. Mahmut’la yasama yürütme yargı organları
kurulsa da kurumların eski şerri düzenin benzer şekilde devam etmesi, eskiye
bağlılıktan tam kopulmadığını göstermektedir. Bu dönemlerde, demokratik bir
toplum oluşturma çabaları görülse de “Türkçülük “, “İslamcılık “, “Osmanlıcılık”
gibi fikir akımlarıyla reformlar yapılmış fakat toplumun yapısal özelliklerine
uymadığı için gereken başarıya ulaşmamıştır.
Osmanlı bürokratlarının, devlet adamlarının ıslahatçı tutumları yeterince
ilerici değildi. Selim’le beraber yeni bir ordu “Nizam-i Cedid” düzenlemesine
gidilmişti. Fakat ordu ulusal bir nitelik taşımıyordu. Ayanların gücü toplum içinde de devlet kapsamında da artarak, yarı bağımsız hale gelmişti. Gerici-geleneksel
yapı devam ettirilmeye çalışılırken, bir yandan devlet geleneğinde olmayan bu
husus bir çelişkiydi. Ayanların bürokratlar, sadrazam, valilik tarafından
desteklenmesi sistem içinde sömürünün, soygunculuğun, kanunsuzluğun olduğu
bozuk düzen gibiydi. Ayrıca halka yoksulluk veren bir durumdu bu.
Mahmut dönemiyle Sened-i İttifak yapılmış olsa da bu ölü doğmamış bir
belgedir. Bu anlaşma ile âyanlar merkezi gücü tanımışlar, vergi toplama sorunları
ile ilgili teminat vermişlerdi fakat bu anlaşma Alemdar Paşa ve Ayanlar arasında
yapılmış, Padişah’ın dışarıda bırakıldığı ve Mahmut’un imzası olmayan bir
belgedir. Kanunî Esasiye kadar da uygulanmamıştır. Mahmut bu dönemde hem
halkın hem de şeriatın desteğini almıştır. Millet‐toplum kavramlarının yeni
çıkmaya başladığı dönemdir. Yasama‐yürütme‐yargı organları kurulmuştur.
Hukuk düzenlemesini görsek de şerri unsurlar cumhuriyetin radikal
devrimlerine kadar devam edecektir. Berkes dönemi “emperyalizm “,“gericilik”,
“yoksulluk “ kavramları üzerinden tanımlar. Söz konusu yapılan reformları,
dönemin sorunlarının giderilmeye çalışıldığı süreçler olarak değerlendirir.
İlericilerin batı baskısı altında gerçekleşen bu reformları, devletin politik ve
ekonomik tavizler vermesine neden olmuştur.
Osmanlı siyasal sisteminin yerine önerilen farklı üç model, Cumhuriyetin
kuruluşuna kadar gündemde kalacaktır. Şeriat‐İslam / Merkeziyetçi hükümdarlık
(Padişah ve ayanlar ) ve Merkeziyetçi monark yani tek mutlak egemenlik.
Tanzimat dönemindeki üç önemli güç din ordu ve bürokrasi devletin siyasî
mekanizmasıdır.
Tanzimatçılar, Batı Uygarlığından etkilenerek bireysel özgürlüğün ve
özgürlükçü düşüncenin siyasal sistemi güçlü kılacağına inanıyorlardı. Fakat
bunun toplumsal boyutunu kavrayamıyorlardı. Avrupa ‘ya fen sanayisi, bilim ‐
teknik, tıp, maliye, İktisadi gibi alanlarda eğitime öğrenciler gönderiyorlardı.
Giden öğrenciler Batılı oryantalistlerden etkilenip başka alanlara yöneliyordu.
Devlet endüstrileşme politikasına yönelmiş ise de borçlanmış, daha çok zarara
uğramıştı. Halkın yoksullaşması da tepkilere yol açmıştır. “Osmanlıcılık”
“İslamcılık “, “ Avrupalılaşma “ akımlarıyla tepkilerini gösteren faaliyetlerde
bulunmuşlardır.
Namık Kemal dönemin en önemli düşünürüydü. “Osmanlılık, Milliyetçiliği
geliştirerek “biz idrakini” ortaya koyan, “Toplum Bilinci” ve “Biz Duygusunu”
geliştirmeyi başaran ilk kişidir. Özgürlükçü ve sürekliliği olan bir rejimi
savunmuştur. “İslamcılık”, “ Hristiyanlığı ve Batı kavramlarını kabul etmiyordu.
Avrupalılar, Cevdet Paşa ve Prens Sabahattin ise tamamen Batıyı her şeyi ile
almayı, taklit etmeyi savunuyordu. Sadece teknoloji değil, uygarlık olduğu gibi
alınmalıydı. Bireyselcilik ve biyolojik Materyalizmi savunmuşlardır.
Osmanlı’nın son iki yüzyılda, Tanzimat’tan 1920’ye kadar Batı ile ilişkiler
dikkate alındığında, reformlar yapmış, yeni düzenlemelerle toparlanmaya
çalışmışsa da toprak kaybetmiş ve kurulan politik ve ekonomik ilişkilerle daha da
Batıya bağımlı hale gelmiştir. Cumhuriyet öncesi yenileşme hareketleri, toplumu
yeni bir evreye taşımaktan ziyade, ideal gözüken eski nizamın güçlenmesine
yönelik ıslahatlar olmuştur .Bu dönem aydınlarının uygulamaları istenilen
beklentileri karşılayamamıştır. Berkes bu durumu din-devlet kurumlarının
birbirinden ayrılmaması neticesinde “Kutsallaştırılmış” ve “Gelenek
boyunduruğundan kurtulma” sorunu olarak değerlendirir. Berkes, başka bir
ifadeyle modernleşmeyi; kutsal olarak görülen alanın ekonomik, siyasal, eğitsel,
cinsel bilgisel, yaşam alanlarının daraltılması ve etkisizleştirilmesi sorunu olarak
yorumlamaktadır. “Gericilik” örneğin eğitim alanında açılan birçok okul, belli bir
süre sonra gerici güçlerin etkisiyle kapatılmıştır. Burada toplumsal kesimlere
devrimin anlatılmaması, devlet eliyle toplumu bilinçlendirmesi gerekirken aksine
engellenmesi söz konusudur. Millet-ulus idrâki yeterince gelişmemişti. Cumhuriyeti, devrimle özdeşleştiren Berkes, cumhuriyet döneminde
yapılan bütün değişikliklerin, farklı olduğunu ve asıl Tanzimat döneminden beri
yapılmak istenen düzenlemelerin, bu dönemde yerini bulduğunu söyler. Berkes,
devlet ne kadar toplum sınıflardan bağımsızlaşırsa, devrimcilik şansı o kadar
artar, diye belirtir. Cumhuriyeti devrimci bir karaktere bağlamasının nedeni
budur.
Cumhuriyet, toplumsal sınıfın “Ulus” temeli üzerine oturtulan,
inkılâplarla, sosyo-kültürel ve politik çerçevede meydana gelecek yeni bir rejim,
dönüşümdü. İlk olarak “Halkçılık” ve “Bağımsızlık” temelinde, Osmanlıcılık
(saltanat), İslamcılık (hilâfet) ve Turancılık gibi düşünce hareketlerinin etkisiz
hale getirilmesiyle, yenilikler için uygun bir alan açılmıştır. Ve cumhuriyetin
kuruluşu, Atatürk inkılâpları ile modernleşme, yeni bir boyut kazanmıştır.
Geleneksel kurumlar tamamen kaldırılmıştır. Toplumsal devrimin temelini
oluşturması açısından önemli ve zorunlu “Kültürel devrimlerle”, Cumhuriyetin
ideolojini oluşturan, yeni bir toplum inşasına gidilmiştir. Türk toplumunu
uygarlık yörüngesine sokacak ve cumhuriyetin alt yapısını oluşturan, sosyo‐
politik düzenlemelerle, yeni kuşaklarında aynı yörüngede yetişmesi sağlanacaktı.
Atatürk 1924 nutuklarında, toplumsal alanda yapacağı değişikliklere
ilişkin açıklamalar yapmıştı. Savaş sonuçlandı, (Kurtuluş Savaşı) fakat asıl
bağımsızlık savaşı şimdi başlamaktadır. Bu savaş toptan Çağdaş Uygarlığa
katılma savaşıdır. Eskiye ait düşüncelerin zihinde oluşturduğu inançları söküp
atmak zorlu şeylerdir. Hiçbir “Ulus” geleneksel bağlılıklarıyla varlığını
sürdüremez. Gerilikte direnen toplumlar, sömürülmeye Mahkûmdur. Batıya karşı
güçlü olmanın mümkün yolu, uygarlık dışında kalan bağlantıları koparmaktır.
Cumhuriyet dönemi ile kutsallaştıran “Maneviyat “ din niteliği, bu dönemde
yerini sosyal kültürel ve politik hayatı, modern esaslar üzerinden inşa edilen yeni
bir toplum yaratma bilinci almıştır.
Berkes, Mustafa Kemal’in padişah gibi yetkileri olmamasına rağmen,
sahip olduğu vizyonu, kararlılığı ve samimiyetle halkı, ulusu önemsemesini
vurgular. Bu değişimlere, devrim niteliği kazandıran “Atatürk ‘ün üstlendiği
önderlik rolü” dür. Tarihsel olayların zorladığı sonuçların, daha ötelere
götürebilecek yol olduğunu seçebilmesi ve bu yol yönünde “Ulusu” arkasından
sürükleyecek kadar “ büyüleyici gücünün ve yeteneğinin, cesaretinin olmasıdır.
“Atatürk açtığı çağın, sayısız siyasal, ekonomik, toplumsal sorunları
çözmüş olmak iddiasında bulunmamıştır. O geleceğin kuşaklarına, çağdaş bir
dünya çerçevesinde, özgürlüğün kapılarını açan bir miras bırakmıştır” diye ifade
etmiştir.