İLKOKUL MACERAM / AYŞE KAYA


Akşam karanlığı bastırıncaya dek sokakta topla, iple oynuyor, bazen de topladığım çeri
çöpü çamurla birleştirip çocukça tasarımlar yapıyordum. Birden çekip aldılar beni sokaktan.
Büyümüşüm, okula gitmeliymişim. Yıkanıp paklandıktan sonra üzerime kara bir elbise
giydirdiler adına önlük denilen. Ablamdan kalma bir çantam, defterim bir de kalemim vardı.
Bindim abimin bisikletine, sıkıca sarıldım beline. Hareket edince bisiklet, fırıl fırıl döndü
önündeki renkli fırıldak. Arada bir çın çın sesiyle uyarıyordu önünden geçenleri. Meğer ne
güzelmiş bisiklete binmek. Demek ki bisiklete binmek için okula gitmek gerek!
Okula geldiğimizde bahçede benim gibi giyinmiş bir sürü çocukla karşılaştım. Abim beni
sıraya soktu. Biraz bekledikten sonra sınıflara girdik. Sırayla boş sıralara oturduk, derken içeri
uzun boylu, heybetli bir adam girdi. Sıraların arasında dolaşarak; “Ben sizin öğretmeninizim”
dedi. Eyvah! Ne olacak şimdi? Ben sokağı özledim, duramam burada. Öğretmen ve bu sıralar
özgürlüğümü kısıtlıyor. Yerimizden kalkmamalı, sus pus oturmalıymışız ama ben
konuşmadan duramam ki. Oyun oynamak, diğer çocuklarla iletişim kurmak istiyordum. Sağa
baktım, sola baktım, konuşmak için önümdekini, yanımdakini dürtükledim, defterine, kalem
kutusuna dokundum. Kıpır kıpır olduğumu gören ve daha okulun ilk gününde bize A’yı
öğretmeye çalışan öğretmen yanıma geldi ve o koca eliyle suratıma bir tokat yapıştırdı. Neye
uğradığımı şaşırmıştım. Off, o ne acıydı be! O ne utanç verici bir durumdu. Yanağım alev
alev yanıyordu. Sanırım öğretmenin beş parmağı yanağımda kalmıştı. Daha ilk günden A’yı
olmasa da anyayı Konya’yı öğrenmiştim.
O akşam eve kırmızı bir yanak ve öfke dolu duygularla dönmüştüm. Çantamı odanın
ortasına savururken, “Bir daha okula gitmeyeceğim” diye haykırıyordum. Hıçkıra hıçkıra
ağlıyordum. Üzüntümü ne annem, ne babam, ne de abim, kimse dindiremiyordu. “Bir daha
okula gitmeyeceğim işte!”
Sonra beni başka okula gitmeye ikna ettiler. Şeker ilkokuluna. İsmi güzeldi, abim ve
ablalarım da o okula gitmişlerdi, okuldan övgüyle söz ediyorlardı. Ertesi gün korkarak,
çekinerek gittim Şeker İlkokulu’na. Abim beni çekeleyerek götürdü sınıfın kapısına kadar
götürdü, öğretmene teslim etti. Öğretmen sarı saçlı, ince çatık kaşlı, hafif kilolu bir kadındı.
Beni gördüğüne hiç memnun olmamıştı. Arka tarafta tek başına oturan birinin yanına
oturmamı söyledi. Yanına oturduğum arkadaşın saçları benimkine benziyordu. Omuzlarından
aşağı doğru süzülen iki uzun, siyah örgüsü vardı. Yüzü de biraz çilliydi. Acaba onun annesi
de benim annem gibi saçlarını örerken bu maniyi söylüyor muydu?
“Ay da yılaç, senede kulaç gel bu kızın topuğunu geç.”
Gülümseyerek bana baktı, sanırım yalnız oturmaktan kurtulacağı için seviniyordu.
Bir de Ufuk vardı, öğretmenin gözde öğrenci olan. Ufuk en önde oturuyordu. Öğretmen en
çok onunla konuşuyor, konuşurken de ona gülümsüyordu. Keşke bana da gülse…
Tahtaya yazı yazmaya, en çok onu çağırıyordu. Bazen de Zuhal’i, Sedef’i…
Ee, elbette onların ismi Emine, Hüsniye, Fadime değildi. Onların ismi daha güzel, yüzleri de
daha parlaktı. Onların annesi daha şık giyiniyordu. Öğretmen onların annesi sınıfa geldiğinde
dersi kesip onlarla tatlı tatlı konuşurdu, yüzlerine gülümsüyordu. Bizim annelerimize ise hep
şikayet hep şikayet. Tembelmişiz…
Neyse ki yılsonuna kadar sesli harfleri sessiz harflere bağlamayı becerip, okumayı,
yazmayı öğrenmiştim. İkinci sınıfa geçtiğimdeyse kerrat cetveli çıktı karşıma. Of ya!                                                                                Ezberleyemiyorum işte, unutuyorum. Yok mu bunun kolay bir yolu? Öğretmen kafaya
takmıştı bir kere, “Herkes kerrat cetvelini ezberleyecek!” diyordu da başka bir şey demiyordu.
Nihayet bir gün sıra bana da gelmişti. Kalemi yere düşürme numarası da tutmamıştı bu sefer.
İkiler neyse de üçler de pek zorlanmıştım. Önümde duran defterimin arkasında, yazılı olan
çarpım tablosuna göz ucuyla bakıp söylemeye başladım. Öğretmenin durumu fark etmesi
fazla uzun sürmedi tabii. Yavaş yavaş bana doğru yaklaşıyordu, kalbimin küt küt sesi tüm
sınıfı kaplamıştı. Yanıma geldiğinde kaşlarını çatarak önce çarpım tablosuna sonra da bana
baktı. Kızaran yüzümü gizlemek için başımı önüme eğdim. Bir anda elini kulağımda
hissettim. Sivri tırnaklarıyla kulağımın memesini uyuşturuncaya kadar ovuşturdu. Kulağımın
acısını yüreğime inmişti. Arkadaşlarımın arasında küçük düşmüş, rencide olmuştum,
tembelliğim tescillenmişti. Bundan sonra ne Ufuk’un, ne de Zuhal’in, Sedef’in yüzüne
bakamazdım, yanlarından bile geçemezdim.
Kendimi iyice yaramazlığa vermeye başladım. Yaşananları takmıyormuş gibi
davranıyordum. Başka okula da gidemeyeceğime göre, mezun olmayı bekleyecektim. Hem
kim bilir? Belki bir gün şansım döner, öğretmen bana da gülümserdi. Keşke benim adım da
Ufuk ya da Zuhal olsaydı, neden Ayşe koymuşlardı ki? soyadım da Kömür’dü zaten.
Teneffüste herkes “Kömür Ayşe, Kömür Ayşe” diyerek dalga geçiyorlardı benimle.
Bir de Ethem Amca vardı, okulun temizlik görevlisiydi. Teneffüslerde simit satardı. Simit
almak için sıraya geçerdik. Tam simit alamasam da bazen yarım, bazen çeyrek simit
alabiliyordum. Olsun, alabiliyordum en azından… Ablam anlatırdı da; parası simit almaya
yetmezmiş de sadece tepsiye dökülen susamları alabiliyormuş.
Okulda Salı günleri çok özeldi. Okulu sinema heyecanı sarardı. Tüm sınıflar sinema
salonuna toplanır müdürün beyaz perdeye yansıttığı “Tarkan” filmlerini izlerdik. Tuhaf giysili
uzun saçlı Tarkan, önüne düşen perçemiyle, bıyıklarıyla ve ağzından dökülen “Atıl kurt”
sözleriyle hafızamıza kazınmıştı. Film izlerken heyecanla çarpardı kalbimiz. Çok yetenekliydi
kurt. Tarkan’ın başı derde girdiğinde ona yardım eder, mutlaka bir yol bulup onu kurtarırdı.
Gözlerimizi fal taşı gibi açarak izlediğimiz film sona erince hep birlikte alkışlıyorduk.
Okulda benzer günler birbirini kovalarken öğretmen bir gün sınıfa girdiğinde birkaç
kişinin ismini okudu. “İsmini okuduklarım müdürün odasına gidecek.” deyince şaşırdım.
Çünkü ismi okunanlar arasında benim ve yanımda oturan Suzan’ın da adı vardı. Acaba müdür
bizi niye çağırıyordu. Bir kusur mu işledik? Şaşkınlık, birazda tatlı bir heyecanla müdürün
odasına girdik. Başka sınıflardan gelen çocuklarda oradaydı.
Müdür, “Çocuklar birazdan hep birlikte Sümerbank mağazasına, alışveriş yapmaya
gideceğiz.” Dedi.
Alışveriş mi? İyi ama neden? Nasıl yani? Şaşalayarak birbirimize bakıştık. Yüreğimiz
heyecanla çarpmaya başladı. Galiba bu kez şans, bizden yanaydı. Gülüşerek, neşe içinde
otobüse bindik. Yolda giderken etrafı seyrediyor, bir yandan da yapacağımız alışverişin
hayalini kuruyorduk. Keyifli geçen otobüs yolculuğumuz Sümerbank Mağazası’nın önüne
geldiğimizde son buldu. Mağaza çizgilisi, ipeklisi, çiçeklisi, böceklisi rengarenk basmalar,
havlularla doluydu. Ne alacağız? Diye etrafa bakınırken bizi siyah, bağcıklı tek tip
ayakkabıların olduğu bölüme götürdüler. Oradaki ayakkabılar arasından ayağımıza olanları
seçip giymemizi istediler. Yere çömelip ayağımıza uyan numaraları araştırdık. Biraz
uğraştıktan sonra herkes ayağına uyan ayakkabıları bulmuştu. Tek tip ayakkabıları giyince

hakkında Ayşe KAYA

Ayşe KAYA

Ayrıca Kontrol Et

SILA HASRETİ….

  Sılamın hasreti deler bağrımı Dindiremez narkoz, morfin ağrımı Doktor tabip gelse ne fayda Ancak …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir