
Dünyada 195 ülke vardır. Bu ülkelerde yüzlerce farklı dil konuşulur. İspanyolca 21 ülkede, Arapça 26 ülkede, Fransızca 29 ülkede, Portekizce 9 ülkede, Rusça 4 ülkede, Türkçe 1 ülkede ve Çince 5 ülkede resmî dil olarak kullanılır. İspanyolca yaklaşık 500 milyon, Arapça 370 milyon, Fransızca 300 milyon, Portekizce 260 milyon, Rusça 260 milyon, Türkçe 100 milyon ve Çince 1,3 milyar insan tarafından konuşulur. Ayrıca İbranice, ölmüş bir dilden yeniden canlandırılmış tek dil olma özelliğine sahiptir. Bütün bu diller, insanlığın farklı coğrafyalarında kültürleri, tarihleri ve milletleri birbirine bağlayan görünmez köprüler kurar.
Ancak dil sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda bir ruhun yansımasıdır. Öğrendikçe iletişim kurarız, iletişim kurdukça da birbirimizi tanır, kaynaşırız. Fakat tarihe baktığımızda en güçlü toplumların çoğu, sadece kendi dilini bilen, onu koruyan ve geliştiren topluluklardır. Örneğin, Afrika’nın ortasında, Çad bölgesinde yaşayan Zakava kabilesi, kendi dilini yalnızca kendi içinde konuşur ve asla dışarıya öğretmez. Bu sayede dilleri, dış etkilere uğramadan varlığını sürdürmüştür. Çünkü dil, bir halkın hafızasıdır; dışa kapandığında yok olmaz, aksine derinleşir.
Bir milletin birliğini sağlayan şey, aynı kelimeleri konuşmak değil, aynı anlamda buluşabilmektir. Ortak dil, ortak bilinçtir. Uluslar bir topluluk hâline geldiğinde, otorite ve güç de kendiliğinden doğar. Bugün bizler birçok kitabı, yabancı yazarların eserlerinden çeviri olarak okuyoruz. Arada bir çevirmen var ve o çevirmen, duyguyu yeniden yorumluyor. Belki de bu yüzden her kelimede bir eksiklik hissediyoruz; çünkü anlam tam olarak değil, bir aracının süzgecinden geçerek bize ulaşıyor. Oysa biz aradaki boşlukları kendi duygularımızla doldurmayı öğrenmeliyiz. Ancak o zaman samimi, derin ve idealist bir toplum olabiliriz.
Gözlerimiz artık ekrana bakmaktan yorgun, ruhlarımız okumaya dirençli. Zaman dar, hayat hızlı. Dünyayı gezsek, denizlere dalsak, uyusak, yesek, içsek bile sonunda yine kendi iç çemberimize dönüyoruz. Çünkü insanın huzuru dışarıda değil, içindedir. Yine de iyileşmek istiyorsak, bazen uzaklaşmamız gerekir. Dil bilmeden gözlemlemek, anlamadan dinlemek, yalnızca hissetmek… İşte o zaman gerçek öğrenme başlar. İnsan ilkten saftır, yalındır, yalıtkandır; doğası itibarıyla öğrenmeye ve anlamaya meyillidir.
Bugün kavramsal ruhaniyet dediğimiz şey, aslında birbirinden kopuk zihinlerin yeniden bir bütün olma çabasıdır. Dünya bir çatı altında birleşmiş gibi görünse de fikirler, diller ve vicdanlar hâlâ ayrıdır. Vizeler, sınırlar, otoriteler hepsi var olan zekânın, bilincin ve ruhun önüne çekilmiş duvarlardır. Bizi anlamdan uzaklaştırır, birbirimizden koparır. Ama yine de içimizde bir direnç vardır. Tıpkı yumurtalarını bırakmak için suyun akış yönünün tersine yüzen balıklar gibi… Akıntı güçlüdür, bazen yüzerek ilerleyemezler. Ama vazgeçmezler. Güçlü bir sıçrayışla yeniden denemeye devam ederler. Bir metre, yarım metre daha… Ve sonunda ulaşırlar hedeflerine.
Belki de bizim de bugün yapmamız gereken budur: Akıntıya karşı sıçramak.
Her zorluğa rağmen yeniden denemek. Çünkü insanın özü, direnmektir. Dil, kimlik, kültür, duygu hepsi bu direnişin araçlarıdır. Ve ancak bu sıçrayışlarla, bu inatla, bu inançla var oluruz.
Musa AŞKIN
 Velhasılıkelam Evrensel bakış
Velhasılıkelam Evrensel bakış
				 
			 
						
					 
	