KÖLELİKTEN ÖZGÜRLÜĞE, ÖZGÜRLÜKTEN CUMHURİYET’E

Günümüz, hak ettiğimiz değeri doya doya yaşadığımız, hayatın tadını, keyfini çıkarmakta yaşamdan aldığımız müjdelerle aysın…
Şimdi:
Hayat… Hava, su, ateş ve toprak. Yemek, içmek, üremek, sağlık… Hayatımıza devam edebilmemiz için temel değerleri oluşturuyorlar elbette. Hani değerden bahsettik ya… Hepsi birbirinden değerli… Bunlar bizi madde dünyasında hayatta tutan şeyler…
Peki ya manevi hayatta bizi ne hayatta tutar? İlkini ben hemen söyleyivereyim: Güven cancağızım, güven. Önce yaşadığın topraklara güven. Sonra kendine ve yaşadığın insanlara güven… Elbette kendiliğinden gerçekleşmiyor ve tazelenmesi de gerekiyor.Toprağına güvenmek için, tarihini bilmek, yaşadığın yerin hangi evrelerden, nasıl bir emekle geçtiğini öğrenmek, yapılan iyiliklerin kadrini verirken, aynı zamanda yanlışları da fark ederek bilinç kazanmak gerekiyor. Şimdi diyeceksin ki, sevmek… Şimdi bu bildiklerim ya da öğrendiklerimiz diyeyim, bizde oluşturduğu duygular çerçevesinde, sevgiyle yeni değerler ortaya çıkarıyor.
Yediğimiz, içtiğimiz, kullandığımız her şeyin paradan da öte bir değeri var. Mesela, bir yiyeceği yediğinde kendini iyi hissediyorsan, bil ki vücudunun ihtiyacı olanı vermiş, değerini karşılamışsındır. Onu kazanmak için kullandığımız emek ve enerji de onu kullanırken gösterdiğin saygıdan başlıyor bana göre. Bu yüzden para harcanmaz kullanılır aslında. Teşekkür ederek başladığımızda, yaptığın herhangi bir eylem de bir o kadar değer kazanıyor. Şükür ederek kullanmanın, yaşamanın bambaşka bir tılsımı var bence. Farkında olduğumuz şeylerin dilsel olarak ifadesini ederek, madde dünyasında hakkını vermek, nasıl gerçekleşeceğine dair bir rota belirliyor. ‘’İyi düşünürsen, iyi olur.’’ Evrenin iyiliğiyle aynı çizgide bir gerçeklik yaratıyor.
Dünya’nın herhangi bir yerinde, içinden veya dışından geçen sesin yankılanıyor. Hadi bakalım, henüz yeterli değilse de teşekkürle başladığın güne, bir de “Bundan daha iyisi nasıl olur?” sorusuyla daima daha iyiye ve ileriye doğru bir akım başlatıyoruz. Kendine sorduğun soru hem hepimize yayılıyor hem de cevabını aramaya başlıyor. Beynimiz, sorduğumuz sorunun cevabını aramak üzere hem geçmişten gelenleri hem de varoluştan bilgileri aramaya başlıyor. Soru sorduğumuzda, başka bir tanımla beynimizi hangi konuda araştırma yapacağına dair görevlendirmemize yarıyor. Beynimize neyi araştırması gerektiği komutunu vermek gibi.
Aklına gelen bir fikir, karşına çıkan bir iyilik ya da kendini daha iyi bir yaşanmışlığa açmanın perdesi aralanıyor. Öyle aniden olması pek muhtemel değil… Çünkü olan şeyi sevdiğinde değeri artmaya başlıyor. Yine teşekkürler ve şükürler ve sorular… Veee dayanışma, paylaşım… Değerine değer katarak devam ediyor. Soruyla akılda başlayan süreç, sevgiyle kalbinden hücrelerine yayılıyor. Bir de buna fiziksel varlığınla emeğini de eklediğinde, hayatın sana verdiği değeri kendin gerçekleştirecek yaratıcılığa da bir pencere açılıyor. Ve dün okumaya başladığım ‘’Seninle başlamadı’’ adlı bir kitaptan doğan farkındalığım ise, birçok unutkanlık hastalığı, sevgisiz yaşanmışlıkların unutulmaya çalışılmasıyla ortaya çıkıyor. Sevgiyle yaşadığımız anlar ne kadar çok olur ise, hafıza kayıtlarımız o denli güçlü oluyor. Seninle paylaşmak istediğim kendimce bir yöntem ise, olumlu, aynı zamanda tempolu şarkılar veya müziklerle anılarımızın kalıcılığını arttırmak mümkün bence. O şarkıyı yeniden dinlediğimizde ise, o güzel anıyı yeniden hatırlamak, hayallerimizde yeniden canlandırarak, o duyguları yeniden anımsamak ise hayatı yenden yaşamaya dair oldukça etkili bir odaklanma yöntemi olabiliyor. Ee şimdi diyebilirsin ki, olumsuz duygular canlandıran şarkılara da maruz kalabiliyoruz. Onun için ise önerim, frekans müzikler ve mantralarla arada bir temizlik yaparak, olumsuz olanları arındırmak mümkün olabiliyor. Şöyle tatlı tatlı molalalar ve nefesler eşliğinde.
Yarattığın şeyleri bir de sevdiklerinle ve hatta ihtiyacı olanlarla paylaşmaya doğru bir yolculuk başlattığında, yaşam hikâyen ona göre gelişmeye başlıyor. Hani “Verdikçe değil de paylaştıkça çoğalır.” aslında… Payına düşeni de almalı ve hatta tadını çıkararak yenilere olanak tanıyacak mutluluklar yaratmak için kendi hakkını aramalı ve almalı… Çok önemli. Sende olan bende de olacaksa eğer, önce sen kendi değerini almalısın, sende parlamalı ki… Benimle paylaştığının değerini önce sende göreyim… Hani bir şekilde özenine özeneyim. Paylaşmanın değeri, bütün kıskanma ve hasetlik duygu ve düşüncelerinin üzerinde gerçek bir titreşim yaratarak, olumsuz olanları yok edecek yeni bir değer yaratır. Benim sahiplenmesinin üstünde bir değer yaratmak ise, benim de olsun demenin yarattığı paylaşmak duygusu. Bir ‘’de’’ bağlacının, anlatımda ve anlamda neler değiştirdiğine de dikkatini çekmek isterim.
Hayatın gerçekliğiyle birlikte daha da değerli kılan şeyler neler? Güven demiştik ya; bir ağacın köküyle toprağa bağlanması, toprağın içerisinde hareket ederken gideceği en akıllıca yolu seçerek toprağın üzerinde gün yüzüne minerallerle, suyla beslenerek kavuşması…
Bugün bir erkenden uyandım da hani, böyle devlet memurluğu yaptığım zamanlarda, hazırlanıp okula gittiğim zamanlara… Sonbahar havası bana hâlâ o dönemleri çağrıştırıyor; kokusu, tenime dokunuşu… Sıcaklığı… Güneşin yavaş yavaş, sonbahar sakinliğinde doğuşu… Yok yok… Sadece özlemek değil bu, yaşadıklarını sevmek. Doymuşum da çok şükür memur hayatına. Öğretmenliğimizi, öğrencilerimizi, sohbetlerimizi, muhabbetlerimizi, sarılmalarımızı anımsıyorum.
Okul öncesi öğretmenliği yaparak yaşadığım 21 yıllık memuriyet hayatım boyunca, içinde olmayanların nadiren bildiği, benim de çok canıma dokunan bir gerçekliği de burada paylaşmak isterim. Hani dersler 40 dakika ve sonrasında insani ihtiyaçlar için öğrenci ve öğretmene verilen 10 dakikalık teneffüs dediğimiz molaların, anasınıfı öğretmenliğinde yani okul öncesi öğretmenliğinde olmayışının etkilerinden bahsetmek isterim. Derse bir giriyorsun, pir giriyorsun. Hani o 5 saat içinde, sınıftan ayrılmanı gerektiren bir şey oldu diyelim. Kişisel ve insani ihtiyaçları kastediyorum. Vay hâline. Ya yerine birini bulacaksın öğrencilerin başında durması için, rica minnet ya da dersin bitişine kadar kendini tutacaksın. Ha bu arada her ne olursa olsun sorumluluğun da hep sende olduğunun farkında olacaksın.
Yani adaletsizliği biraz daha açıklayacak olur isem eğer:
Ve hatta bir hocam demişti ki; “İnşaat işçileri dahi, 4 saatte bir mola veriyor.” O zaman daha da iyi anlamıştım, branşımın içinde bulunduğu zorluğu. Bir öğretmenin verimliliğinin, gösterilen ilgi ve özenle gelişmeye açık olduğunu.
Okuduğum bir yazıda, öğretmenliğin zihinsel, fiziksel ve duygusal potansiyelini üst seviyede ve sürekli dikkat hâlinde kullanmasıyla sarf ettiği emek ve enerjinin diğer meslek sınıflarına göre oldukça fazla olması. Kısa zamanda , daha çok çaba sarfetmek gibi… Ve size söylemek istediğim en önemli gözlemim ve tecrübem ise; öğrencilerin yaşı küçüldükçe, öğretmenlik zorlaşıyor. Sınıf öğretmenliğinde, 1. sınıftan aldığımız bir öğrenciyi 4. sınıftan mezun edebiliyorken, anasınıfı ya da okul öncesi kurumlarında, her yıl yeni başlayan öğrencilerimiz olduğu için, aynı emek aynı çabayı yeniden vermek zorunda kaldığımız için, yıpranma payımız daha da yüksek oluyor.
Okula ilk kez başlayan çocukların, gösterdiği tepkiye her yıl maruz kaldığınızı düşünmeye davet ediyorum sizi. Hepsi için geçerli olmasa da, birçoğunun okul kavramını yani bir bina içerisinde, henüz yeni tanıştığı insanlarla bir binaya kapatılmış hissiyatında olduğu gerçeğiyle, ağlamak, okuldan kaçmak, mutsuz davranışlar ve bazılarında feryat figan anne isteğiyle bağırmalar. Evet… Her yıl, sene başında okul öncesi öğretmenliğinin kaderini oluşturuyor. Bir de buna, daha önceleri olan, sınıf yardımcısı, sınıf annelerinin yavaş yavaş kaldırılmasını da ekleyecek olursak ki, öğretmen sınıfta en az 10 çocuk (bazı sınıflarda sayısı 30’a kadar çıkabiliyor ki, yasal sınırlar 10 ila 25 arası), molasız ve yalnız bırakıldığını düşünün. İnsan olmanın sınırları ötesinde bir özveri göstermesi gerekiyor elbette. Yeni öğretmen olduğumda oldukça şaşırdığım, yılların tecrübesini aldığımda ise oldukça zorlandığımı da söylemeliyim. Diğer branşlardan erken derse girip erken çıkıyorsun. Hani o arada yapılan teneffüsler, ders çıkışı süreni 1 saat kadar önceye alıyor. Adil bir yaklaşım gibi görünebilir elbette. Ancak, okulun sosyal yaşantısına dâhil olamadığımız için, sağlıklı bir süre içerisinde kişisel ihtiyaçlarını karşılamak, mesai arkadaşlarımızla görüşüp bir sınıfa dâhil olamamak, sosyal ihtiyaçlarını besleyen ortamlardan da uzak kalmak, kendini bulunduğun eğitim sınıfı içerisinde oldukça değersiz hissetmene neden oluyor. Kendi adıma, saatiyle yapılan öğretmenlik yerine, içinden geldiği zaman yaptığım okul dışı eğitimi ve öğretimi daha başarılı buluyorum. Bir de okul içerisinde, verilen eğitim cetveli dışında yarattıklarımızı… Şenliklerimizi, sergilerimizi, danslarımızı, müziklerimizi… Sanatımızı ve kişilik gelişimiz için gerçekleştirilen eylemlerimizi. Hem memuriyeti hem memuriyet dışı eğitimi bildiğimden hangisini sevdiğimi ve başarının hangisinde olduğunu da iyi anlıyorum.
Özlenesi, yaşanası… Ancak, tekrarı değil… Yenileri belki de. Sence de özlemek, aynı şeyi yeniden yaşamak istemek midir? Hani yerine yenisini koyamadığımızda “Eskiden daha iyiydi.” deriz ya… Eskiden iyi olan şeyler vardı, doğru… Şimdi onları artık bilip cebimize koyduğumuza göre, yaşadıklarımızla birlikte yeniden, yaşadığımız çağa göre yeniliklerle yaratmanın zamanı geldi. Bugünlerin, daha önce yaşadığımız günlerin devamı olduğunun da farkında olmalıyız. Bir şeyler yolunda ancak bir şeyler de henüz yolunda değilse, geçmişe bakıp geleceğimizi belirlerken, nelerin yolunda gitmediğinin ayrımına varacak kadar özenli olmayı başarmalıyız ve çözümüne ulaşmalıyız.
Demem o ki, okul öncesi süreçte, öğrencilerimizin, vatan evlatlarımızın, geleceğimizin manevi değerlerini, kişisel bakım ve sanata dair kimliklerini oluşturduğumuz bir süreçte, bir sınıfta bir öğretmenden fazlası olmalı. 0-6 yaş döneminde, karakter gelişimizin %70’ini oluşturduğunu da belirterek devam ediyorum. Bir eğitimci, bir de yardımcı olmalı… Bir de ödediğimiz vergiler çerçevesinde, bunun hem öğretmenlerimizin hem de öğrencilerimizin hem de iş imkanı sağlayacağımız insanlarımızın çoktan hak ettiğimiz bilincinde olalım isterim.
Hepimizin sürece razı olmasını değiştirecek şey ise, yazdığım konunun farkında olarak, kendi branşında olan bütün öğretmenlere, hak ettiği değeri verebilmek adına kurduğumuz empati. Yani sadece öğrenci değil öğretmen açısından da düşünebilmeyi başarmalıyız. Ve hatta, sınıfta kendi çocuğumuzla birlikte diğer çocukların da ortak ve eşit eğitim öğretim hakkına sahip olduğunu da bilerek davranmalıyız ki, çocuklarımız kendilerini özgür, kendine ve çevresine güveni yüksek bir birey olarak ifade edecek ortamlarda olsun.
Televizyonda izlediğimiz konuşmalara bir bakın isterim; Şu yok, bu pahalı, bu şöyle kötü… Sistemin isteyip de bulamadığını, dillerimizle sunuyoruz bazen… Zaten bizi mutlu etmeye değil tam tersine çalışıyor, hatırlatmak isterim. Biz dedikçe yok… Oh diyor, ulaşıyorum istediğim yere. Kıtlık bilincinde olan insanlar, yemekle ve parayla yönetilir. Bunun derdinde olan insanlarsa, zaten bir araya gelip de paylaşmak için pek fırsat bulamaz.
Evren bize ne istediğimiz sorar aslında, ne istemediğimizi değil. Neyi konuşuyorsak da onu büyütürüz.
Hem dilek, hem dua, he istek… Hem de akıllıca cümlelerle biz yönetmeliyiz süreci.
‘’Hakimiyet, kayıtsız şartsız milletindir.’’ der ya canım Ata’mız. Duydun da düşünmeye ne dersin? Bu hakimiyeti nasıl elimizde tutacağımızı. Henüz yeni liderlerimizin, hitabet sanatında, halkla konuşma sanatı diyeyim başarılı oldukları zaman bir araya gelmeye başladığımızı… Hem de nazikçe, sakince… Eski eylemlerden öteye, edebi kimlikle kalplerimizle buluşmaya başladık. Sen de başla bir yerden, mahallenden, çocuğundan, ailenden… Sorulan sorulara, olmayandan değil de olmasını istediğinden bahsederek başlamayı başarabilirsin.
Temiz ve uygun fiyata alışveriş yapmak istiyorum ve bunun benim doğal bir hakkım olduğunu biliyorum.
Haberlerde, gerçekleşmiş iyilikleri görmek istiyorum, diliyorum.
Eğitime, sağlığa, enerjiye ücretsiz ulaşım hakkı istiyorum.
Bir de olan iyiliği de görerek söylemek de var elbette… Hayatında ya da çevrende iyi giden, yollunda olana neler var? Söyleyerek, severek büyütelim diliyorum. Bu da önce ne istediğimizi belirleyip sunmaktan başlıyor bence.
İçinde bulunduğumuz karnımızı doyurmakla ilgili maaşlı kölelik sistemi hepimizi buna zorunlu kıldı. Bırakmak yerine, başlamaktan, değiştirmek yerine dönüştürmekten ve iyileştirmekten bahsediyorum elbette. Köklerimden ve tercihlerimden doğan toprağım, öğretmenlikle birlikte gelen yazarlık ve epeydir de sanatın bütün dalları diyebilirim.
Hâlihazırda, çocukları çok seviyor ve onları zaten anlıyor ve bakım verebiliyordum. Ben hayatım boyunca, yeniliklerin, keşiflerin, yaratıcılığın hayranıyım… Neyse ki, çocuklar bana, ben onlara maya olduk… Birbirimizi besledik, büyüttük… Hani özlemini çektiğim o yeniliği beraber yarattık… Benim için pek kolay olmasa da… Artık bu söylediklerimle birlikte harflerin raksını gerçekleştiriyorum. İyi ki sevmişim, sarılmışım, paylaşmışım… Sadece içimden geldiğinde, sevdiğimde… İşte tam da bu yüzden, öğretmenlik bir iş değil meslek sınıfıdır. Madde dünyasında ve manevi dünyada, geçmişten gelen bilincimizle gün geçtikçe değeri daha da yükselmekte olan.
Sevmeyi, sevilmeyi, birbirimize iyi gelen şeyleri yapmayı sevdiğimden… Dediğim gibi… Öğretmenliğin zamanı olmaz canlarım… Öğrenmenin zamanı olmadığı gibi. Dünya benim yaşamım, insan kıblem, doğa hayatım, sevgi cennetim, baktığım her şey yaratıcımın bir parçası… Şimdi memuriyeti kendi isteğimle bırakıp, yazmayı sevmeme sebep, öğretmenliğin özgürlüğüdür yazmak… Hem de en yaşanmışından… Yazarken geçersin yeniden o yollardan, o duygulardan, o tecrübelerden, o yaşanmışlıklardan. Ha bir de yazana kadar ya da yazılacak hâle gelene kadar da aklında döner ha döner durur. Ve bazılarımızın bunu hastalık zannettiği de olur. Bir dakikada taradığımız düşünce sayısı, onun içinden mantıklı olanı seçmek, yeni bir dille dönüştürmek sonrasında, fiziksel bir güçle, omuzlarındaki yükü bırakırcasına aktarmak çok güzel duygu ve aynı zamanda muhteşem bir iyileşme yöntemi. Kendin için de yazabilirsin, hepimiz için de yazabilirsin.
Hani ben bugün erken uyanıp günü yaşama isteğimi, dünde bulduğum yeniliklerin, yeni duyguların, cümlelerin hissiyatıyla bugün yaşamayı seçiyorum. Kuracağım asıl cümle şu: Ben bugün hayatı doya doya yaşamak istiyorum… Yaşamayı seviyorum. Çok şükür.
İyi ki varsın, iyi ki varım, iyi ki varız… Teşekkür ederim…
“Bundan daha iyisi nasıl olur?”
Seni seviyorum… Ve evet, ben kimseye benzemiyorum, kimse de bana benzemiyor… Bizi özel yapan şey ise bu farklarımız. Ortak yanlarımız ise değerlerimiz. Ben hayatımın hikâyesini bugün dönüştürmeyi seçiyorum. Başarıyorum.
Günün Menüsü:
Yediğim tereyağlı ballı ekmek ve içtiğim tütünle birlikte… Yanında da minik bir sevdiceğim kahvesi…
Güven tabanında, huzurun gülümsemesiyle harmanlanmış, sevginin yarattığı mırıltılarla şükürlenmiş, paylaşmanın yüceliğiyle değerlenmiş, mutlulukla mühürlenmiş bir gün…Ömür…
Seviyoruz da her sevdiğimizi yemiyoruz. Yediğimizi ise severek yiyoruz… Haydi bana, sana iyi huzurlanmalar.
“Seni yerim.” ya da “Seni severim.”
“Sen beni mutlu ettin, Allah da seni mutlu etsin.” Bir de henüz farkındalığım, ilaç gibi heyhat!
“Bir şey beni korkutuyorsa gerçek değildir. Gerçekler daima iyidir.”
Funda T.T.
Anadolu Kalbi’nin Uyanışı

TEDx Video Önerisi: Yıkıcı Hasetten, Yaratıcılığa Bir Yolculuk

hakkında F T

F T
Bildiğiniz üzere, ben bir yazarım. Bana yazarım, bize yazarım, ona yazarım, kışa yazarım, yaza yazarım... Aklıma yazarım, mutluluğa yazarım. Derine yazarım, şerefine yazarım. Sonsuzluğa yazarım, sevgiye yazarım. Beyaza yazarım, renklere yazarım... Nefese yazarım, suya yazarım... Dudaklara yazarım, öpücüğe yazarım. Neşeye yazarım, ışığa yazarım... Sağlıga yazarım, toprağa yazarım. Derde yazarım, dermana yazarım. Sessizliğe yazarım, kar tanelerine yazarım... Dünya'ya yazarım... ANAdolu'ya yazarım. Sana yazarım, gözlerine yazarım. Bir'e yazarım, bütüne yazarım... Öle yazarım ölmem de Aşk'a yazarım... PeriFunYoga

Ayrıca Kontrol Et

ALPEREN AKYILDIZ TÜRKİYE 2.OLDU

Spor Toto Türkiye Yıldızlar Ligi Karate Şampiyonası ; İstanbul Bağcılarda yapıldı. 13 yaş grubunda 45 …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir