Dünya, ne kadar garip ve bir o kadar da büyüleyici bir yer. İçinde sayısız güzellik barındırıyor; dağlar, denizler, ormanlar, rüzgârlar, gökyüzü… Hepsi sanki bize birer armağan olarak verilmiş. Ama bu güzelliklerin ortasında yaşanan acılara, yoksulluğa, umutsuzluğa tanık oldukça insanın içi sızlıyor. Yaklaşık on beş gündür iş nedeniyle kıtalar arasında bir yolculuk yapıyorum. Kuzeyden güneye, güneyden doğuya, oradan batıya, okyanustan diğer okyanusa uzanan uzun bir hat boyunca ilerliyorum. Her uçuşta her kalkışta dünya yeniden farklı bir yüzünü gösteriyor. Uçak havalandığında havaalanlarının çevresine dağılmış o küçük yoksul evleri görünce insanın içi burkuluyor. Yaşamın eşitsizliği, insanın kırılganlığı bir anda görünür hâle geliyor. Ama biraz daha yükseldikçe görüntü değişiyor. Tropikal ormanlar, nehirler, göller, dağlar, yağmurun ve güneşin dönüşümlü dansı gözlerimin önüne seriliyor. Afrika o kadar bereketli bir toprak ki sanki yaşam, toprağın her zerresinden yeniden doğuyor. Gökyüzünden aşağı baktığınızda köyler küçülüyor, insanlar neredeyse görünmez hâle geliyor ama o küçüklüğün içinde büyük bir anlam gizli. Belki de o minik köylerde oynayan çocukların sesleri, bir annenin duası, bir yaşlının nefesi dünyanın gerçek kalp atışlarıdır. Araya bulutlar giriyor, bazen görüşü kapatıyor ama onların bile bir uyumu var. Ne birbirlerine çarpıyorlar ne de yönlerinden şaşıyorlar. Kimi yağmur yüklü kimi sessizce süzülen sis bulutları. Her biri görevini biliyor her biri kendi döngüsünde. O an bulutların arasından geçerken insan bir anda iki dünyanın arasında kalıyor. Yukarıda sessizlik, aşağıda karmaşa. Gökyüzünün huzuru, yeryüzünün gürültüsünü susturuyor. Şehirler, telaşlar, kaygılar bir noktaya dönüşüyor. Ve insan o anda anlıyor. Biz, evrenin içinde bir zerre kadar bile değiliz ama o zerre bütünün anlamını taşıyor. Topraktan yaratıldık, suyla yoğrulduk, ateşle sınandık, nefesle can bulduk. İçimizde bir ruh taşıyoruz; görünmeyen ama her şeyi hisseden, zamanla yorulan ama hiç sönmeyen bir kıvılcım. Biz üzüldükçe enerjimiz azalıyor, yıprandıkça eksiliyoruz ama her seferinde yeniden doluyoruz. Çünkü insan hem tükenen hem yeniden doğabilen bir varlık. Bizden öncekiler artık toprağın altında, bizden sonrakiler bir gün bizim yerimize geçecek. Bu yüzden telaşa gerek yok. Çünkü hepimiz aynı döngünün içindeyiz. Hiçbir şey yok olmuyor, sadece biçim değiştiriyor. Bulut yağmura, yağmur toprağa, toprak yeniden hayata dönüşüyor. Belki bir bulutun ömrü milyarlarca yıl öncesine uzanıyor; belki onun ölümü, yağmur taneleri olarak toprağa düşmek. Belki beyaz bulutlar cennete giden ruhların zerreleridir. Sonra bir gökkuşağı beliriyor, kısa sürse de bize hep aynı gerçeği hatırlatıyor. Hiçbir son tamamen karanlık değildir. Çünkü kimse simsiyah bir gökkuşağı görmemiştir. Toprak ve su arasında doğduk, ateşten kaçmayı öğrendik, rüzgârla yön bulduk. Biz, cennetin içinde ateşin kıvılcımını taşıyan minik varlıklarız. Gökyüzündeki hiçbir bulut acele etmez, çünkü her biri görevini bilir. Bizim görevimizse vicdanla yaşamaktır. Vicdan, insanın içindeki en kutsal dengedir. Dinin, dilin, ırkın ötesinde, doğrudan Yaradan’ın sesi gibidir. Sessiz ama hep oradadır, bizle doğar ve bizle ölür. Nil’in doğduğu toprakların üzerinden geçerken anladım bunu. Biz gökyüzüyle yeryüzü arasında yürüyen yolcularız. Hayat bir yere varmak değil, hatırlamaktır. Kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi ve aslında hiçbir şeyin bize ait olmadığını hatırlamak. Bir gün hepimiz toprağa karışacağız ama içimizde taşıdığımız ışık, o vicdan, o saf enerji sonsuza kadar var olacak. Belki de hayatın özü tam olarak bu, toprağa karışacağını bilerek gökyüzüne bakmaya devam edebilmek. Musa Aşkın
Velhasılıkelam Evrensel bakış